Saturday, November 11, 2006

Diyarbakır, Paris, Haberler

(Bu yazı, petucha.com'daki köşemde yayınlandığı dönemde bir yandan Diyarbakır'da ve güneydoğunun birçok şehrinde ve tabii ki Paris'te çatışmalar, ölümler, direnişler ve sallantılar vardı. Bense bu dönemde bir internet haber sitesinde ajansların bilgi bombardımanı arasında haber editörlüğü yapıyordum.)

Türkiye sallanıyor. Fransa sallanıyor. Hepsini haberlerden öğreniyoruz.

Şu anda Avrupa’nın sadece iki ülkesinde, merkezi iktidara karşı –dikkat edin- talepler değil, başkaldırı yaşanıyor. Bunu hakim ideolojimiz, hakim medyamız nasıl karşılarsa karşılasın, şu an görmemiz gereken şey şu: Türkiye’nin doğusu kaynıyor. Yüzyılların getirdiği baskı altında kalmışlık su yüzüne çıkıyor.

Fransa’daki olayları heyecanla karşılama lüksüne sahibiz. Gençliklerini hatırlayan ’68 kuşağı dedeler Champs-Elysées’deki “café”lerde yaşadıkları o sonu gelmez varoluşçuluk tartışmalarını anımsayıp, “devrim ruhu bizdeydi” diye kendilerine pay çıkartabilirler. Ama iş Türkiye’nin doğusuna gelince değişir: Buradaki olaylar bölücüdür çünkü, hem de bütün olan biten PKK’lı militanların cenaze törenlerinde ortaya çıkmışken.

DTP açıklama yapıyor: “Sakin olun, ne sizden ne de bizden daha fazla kayıp olmasın.” Yaklaşımımız şu: “PKK’lı bunlar, terörist bunlar.” Nasıl olur da ölen bir terörist için bir insan acı hissedebilir?

Halbuki ortada olan ölümdür. Haberlerin umurunda olmaz bunlar, onlar için eli kanlı teröristler askerimize zarar vermiş olsa da ölü ele geçirilmişlerdir. “Onlar” bu toplumun lanetlileriydi, bir hastalıklı et parçası gibi kesilip atıldılar daha fazla musallat olmadan bedene. Bunun için üzülmemeliyiz, çünkü onları kahraman Mehmetçik’ten ayıran şey, silahı yasal olarak kullanabilme şanslarının olmamasından kaynaklanmaktadır. Evet, bir de tehlikelilerdir, çünkü ne zaman ne yapacakları belli olmaz.

Türkiye’nin doğusu o kadar uzak ki İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e, Bursa’ya, oradaki yaşam biz elitlerin anlamlandıramayacağı kadar primitif geliyor. Ama yine de sorgulayabiliyoruz şunu: Elektriğini, suyunu, bilmemneyini getiren Devlet’ine karşı gelinir mi? Evet, getiriyor elektriği ve suyu ve daha bilmem ne kadar lanet şey varsa, elbette ki, karşılığıyla. Vergisiyle, tahakkümüyle, polisiyle, OHAL’iyle, jandarmasıyla…

Utanmadan yine de öykünebiliyoruz Fransa’daki devrim çığlıklarına. Caddeler aşk ve devrim kokuyor, ama onlar kara yüzlere, sakallı, bıyıklı suratlara sahip değiller. Aksine, spor ayakkabılara, yay gibi alınmış kaşlara, beyaz suratlara sahipler. Onlar da polisle çatışıyor, doğudakiler de. Ama bir taraf bizim polisimizle çatışıyor, diğer taraf ise o faşist, gerici polisle. Bizim polisimiz ilericidir, jandarmamız devrimcidir halbuki, ne gerek var bunlara?

Haberler durmadan akıyor, dezenformasyon had safhada. Küçücük olaylar ajanslardan bile öyle bir anlatıyla geçiyor ki, ajansların haberlerini ikinci (hatta üçüncü: olay birinci aşama, muhabir ikinci aşama, gazete üçüncü aşama) dolayıma sokup önümüze süren şu gazetelerin nelerden nasıl bahsedebileceğini düşündüğümüzde, doğuya ne kadar uzak olduğumuz da ortaya çıkıyor.
Ama Fransa bizimdir. CPE’ye karşı tepki büyüsün, Fransa altüst olsun, yeni Sartre’lar çıksın ortaya. Diyarbakır’dan öyle birisinin çıkabileceğini tahayyül edebiliyor musunuz? Hayır.
Bu sorun çok daha karmaşık aslında. Örgütlü mücadele yok doğuda, Fransa’da olayları sendikalar yürütüyor en azından. Ve bilhassa, herşey tepkisel olduğu için, DTP açıklamalarına devam ediyor: Ne sizden, ne de bizden daha fazla kayıp olmasın. Demek ki, oradaki lokal iktidar da kırılma süreci içinde.

Bu olaylar, ölenler, yaralananlar, gözaltına alınanlar ve mahkum edilenler –tahminimizce işkence görenler- elbette ki sevinilecek şey değil. Ama isyan dediğin kanlı olur, uzlaşarak olmaz. Turuncu devrimler, kadife devrimler, yumuşak geçişler… Bunlara alışık değiliz.

Olmaya da niyetimiz yok.

4 Nisan 2006, Salı

No comments: