Saturday, November 11, 2006

Birey-Toplum Karşıtlığı: Modernite'yi Eleştirmek

Leslie Lipson, “Demokratik Uygarlık” isimli kitabında şöyle bir önermede bulunur:

Özgürlük x Eşitlik = Demokrasi

Lipson, Rousseau'dan, Locke'a, Hobbes'a vesair siyaset felsefecisine, modernliğin en temel kaygılarından birisini yaşatmış olan bu sorunsalı işte bu denklemle ifade eder. Malum olduğu üzere, modernliğin işte bu en yüksek aşaması olan çağımız, kamusal alandan özel alana, siyasi örgütlerden insan hakları örgütlerine kadar, aklımıza gelebilecek her alanda kesin ve net bir "norm" koymuştur: Demokrasi. Dünyamızın çok yakın bir dönemde tanıklık ettiği en iğrenç saldırılardan birisi, işte bu yüce "norm"un altına gizlenilerek yapıldı.

Demokrasi çağımızın en önemli normu haline gelmişken, iki eski düşman da işte bu demokrasi çağının içinde yaşatılmak durumundadır, Lipson’a göre: Özgürlük ve eşitlik. Özgürlük bireyi temsil eder, Aydınlanma’nın vurgu yaptığı en önemli kavramdır belki de. Bunun yanında eşitlik de toplumla özdeşleştirilir; Devrimler Çağı’nın Aydınlanma’nın etkisiyle aleme verdiği nizamdır eşitlik. Herkes eşittir ve herkes özgürdür. Gençler, kanı kaynayanlar, avazları çıktığı kadar bağırırlar "özgürlük", "biz özgürüz" diye; müziğin sesini sonuna kadar açar ve özgürce tepinmeye başlarlar. Ve işte o can sıkıcı, bir yandan da hiçbir biçimde özgün olmayan, o saçmasapan soru yüzümüze çarpılır, bizim saçmasapan "özgürlük" nidalarımıza karşılık olarak: "Evladım, özgürsün ama eşitliğimizi bozan sınırı geçmeyecek kadar!!!"

Lipson, işte bu iki temel modernist önermeyi beraber kullanır: Özgürlük ve eşitlik aynı anda varolabilmelidir: salt bir özgürlük, karşımıza kaotik bir dünyayı, hiçbir şeyi umursamaz bir bireyciliği ortaya çıkartacaktır; eşitlik ise, topluma yaptığı vurgunun ağırlığı sebebiyle, rasyonalizmin doğuşuna yani Aydınlanma’ya ve onun çocuklarına yani bireye müthiş bir ket vuracak, onu "toplum içinde kendini gerçekleştirmeye çalışan birey"den çıkartacak ve "toplumun yeniden-üretimi için mekanik biçimde işleyen bir parçacık" haline getirecektir. Orta yol mutlaka bulunmalıdır; zira orta yol demek, demokrasi anlamına gelecektir, demokrasi ise, kendini yeniden-üretebilen bir toplumun yanında, kendini gerçekleştirebilen birey anlamına da gelir. Modernliğin birbirine asla düşman olmayan iki atası, yani Aydınlanma ve Devrim, ne yazık ki iki düşman kuzen ortaya çıkartmışsa, modernliğin en yüksek aşamasının nihai hedefi bu iki kuzeni mutlaka barıştırmaktır. Özgürlük ve eşitlik, "kollektif toplum içinde 'yaşayan' birey" olarak zuhur etmelidir.

O zaman sorun nereden kaynaklanmaktadır? Neden biz "modernler" halen bu karşıtlığı sindirememiş bir çağın insanları olarak özgürlük ve eşitlik, dolayısıyla birey ve toplum kategorileri arasında sıkışmış bir vaziyetteyiz?
Lipson'ın önermesine geri dönecek olursak; demokrasi, özgürlük ve eşitliğin çarpımından elde edilen bir sonuçtu. Ama bu formülasyonda birşeyler eksik olabilir mi?

Bu soruya vereceğim cevap, evettir. Çünkü özgürlük ve eşitlik kendi entitelerinden bağımsız bir şekilde demokrasiyle ilişki içerisinde değillerdir, özgürlük ve eşitliği mutlak surette paydalarına ayıran, onu "bölen" bir başka değişken daha vardır bu denklemde: hukuk. Demokrasi, bir hukuk sisteminin desteğiyle kurulmaya çalışılan bir "norm"dur. Hukuk, özgürlüğü ve eşitliği, yani bireyi ve toplumu sürekli bölerek, bunları kendi özsel anlamlarından alıkoyup, onu demokrasi gibi "kurgusal" bir üst-metnin içerisine angaje ederek yeniden-düzenler. Artık, birey, özgürlüğünü, aslında hiçbir zaman kendisinin koymadığı hukuk kurallarının varlığı sayesinde kısıtlayarak yaşamaya başlar. Toplum, kollektif uyumunu yine hukukun koyduğu kuralların öngördüğü ölçüde belirleyebilir ve uygulayabilir. Hukuk, özgürlüğü ve eşitliği bu şekilde bölerek, onlara bir payda olarak, "demokrasi" dediğimiz kurgusal, yapay normu yakalar. Demokrasi bu anlamda tam bir yanılsamadır. Yanılsama olduğu için de, birey ve toplum, her daim bir karşıtlık gösterenleri olarak varlıklarını devam ettirir ve birbirleriyle savaşmaya devam ederler.

Aslında, modernliğin sorunu tam da burada başlamaktadır. Aydınlanma’nın bireye verdiği rasyonel anlam, devrimlerin topluma verdiği rasyonellikle hem çakışır, hem de bağdaşır. Neden çakıştığını yukarıdaki sebeplerle gördük. Bu çakışmanın ortaya çıkardığı kutuplaşma, siyasal alanda da liberalizm ve sosyalizm gibi iki temel, "saf modern" ideolojinin de dayanağını oluşturur. Ancak, her ikisinin de ortak bir duruşu vardır: Rasyonalizm.

Rasyonalizm, her iki grubun taraflarınca kendilerine pozitif anlam katma arayışıyla kullanılmaktadır. Modernitenin her döneminde, düşünürlerin, yazarların, çoğunlukla kendilerinin rasyonel düşündükleri hususunda bizleri ikna etme çabaları ilginç bir ötekiyi de işaret etme şansını ortaya koyar: İrrasyonalizm. Modernitenin en ateşli eleştirmenlerinden olan Herbert Marcuse'ün bile "Tek-Boyutlu İnsan" kitabında, modernitenin kendi çağındaki görüntüsünü "irrasyonel" olarak nitelemesi çok ilginç bir rastlantıdır. İrrasyonalite, yani akıl-dışılık, bu pejoratif göndermesine eklemlendirilerek ötekileştirilmiştir ve gerçekten modernitenin en temel korkusu haline gelmiştir.

İrrasyonalite, belki de, farklı bir birey, farklı bir toplum konusunda bizlere birşeyler söyleyecektir. Yapacağı iş, kesinlikle "tanımlama" olmayacaktır, ancak, bireyin içsel yolculuğuna çıkmasını sağlayacak, "normaller"in ve "normalleştirilmiş nevrotikler"in karşısına, şizofrenleştirilmiş kişiler, modern bireyin çekirdeği olan "ego"nun karşısına akıldışı bir "id" çıkartacak, bireyin kendi varoluşunu kendi vicdan muhasebesinde tartmasına yardımcı olduktan sonra, kaotik, anarşik, anti-demokratik ve anti-faşizan bir toplumun tahayyülüne bizleri sevkedecektir.

Etika, İrrasyonalite, Şizofreni...

No comments: