Saturday, November 11, 2006

Murder Me Mickey!

Natural Born Killers filminde, Mickey ve Mellory Knox çiftinin yakalanıp hapishaneye getirildiği sahnede, hapishanenin önünde durup çifte destek veren kalabalığın içinde açılan akıllara zarar pankartta yazar bu kelimeler.

Kesinlikle Deccal'i (The Anti-christ) oynayan bu iki çiftin kronik bir biçimde işledikleri cinayetler ve arkalarında yaptıkları cinayetleri anlatacak birilerini bırakma semptomları, bu müthiş çifti varolan medyatik sürecin bir parçası yapmaktadır. Bu medyatik süreç, aslında sistemi yok etmekle tehdit eden bu iki Anti-christ'ı bile öyle bir şekilde kutsamaktadır ki, kalabalığın içinden birisi -ki şüphesiz bu süreç içerisinde iyiden iyiye yabancılaşmış ve Deccal'den kendi ipini çekmesi için medet uman birisidir bu kişi- bir pankartla Mickey Knox'tan kendisini öldürmesini istemektedir.

Kanımca Natural Born Killers'ın en vurucu sahnelerinden birisi burasıdır, buradaki eleştiri çok ciddidir: Deccal'in bile bir süperstar muamelesi gördüğü bir toplumsal yaşamda sistem aslında kendisini öyle bir kurmuştur ki, sistemi en marjinal yollarla sallayan, darmadağın eden şu devrimci Anti-christ'lara bile medyatik süreç içerisinde sağlam ve sarsılmaz konumlar sunulmakta, böylelikle medya bir kez daha hizmetkarı olduğu söyleme borcunu ödemektedir.

"Murder Me Mickey" pankartı, postmodern dönemde devrimci alternatifleri teker teker gözden geçirmemizi bize yeniden hatırlatmaktadır bir anlamda. Çünkü böylesi bir radikal devrimcilik bile bu denli laçkalaştırılırken ve insanların gözünde bir eğlencelik olarak görülürken, kapitalizmin kod akışlarını kesecek bir tür "devrimci makina" oluşturma çabaları da çok ciddi soruşturmalardan geçmelidir.

Halbuki Deccal'i devrimci kılan şey, onun sorgusuz sualsiz bir biçimde önüne geleni öldürmesi -ki Mickey bu konu hakkında o "yavşak" gazeteciye şunu söylemektedir: "ben insanları öldürerek onların ruhlarını özgürleştiriyorum"- ve bunu da insanları kendisinden haberdar kılacak bir tanığı ortada bırakmak suretiyle yapmasıdır. Ama Deccal ruhları özgürleştirilecek o insanlar tarafından "keşfedildikçe" ve Deccal'e "öykünüldükçe", kendi anlamını da yitirmeye başlamakta, devrim süreci bir popülizmin atmosferine bürünmektedir.

Devrim düşüncesinin işte bu sakatlanmış biçiminin ifadesidir "Murder Me Mickey", ve o yüzden belki de "devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi."

Birey-Toplum Karşıtlığı: Modernite'yi Eleştirmek

Leslie Lipson, “Demokratik Uygarlık” isimli kitabında şöyle bir önermede bulunur:

Özgürlük x Eşitlik = Demokrasi

Lipson, Rousseau'dan, Locke'a, Hobbes'a vesair siyaset felsefecisine, modernliğin en temel kaygılarından birisini yaşatmış olan bu sorunsalı işte bu denklemle ifade eder. Malum olduğu üzere, modernliğin işte bu en yüksek aşaması olan çağımız, kamusal alandan özel alana, siyasi örgütlerden insan hakları örgütlerine kadar, aklımıza gelebilecek her alanda kesin ve net bir "norm" koymuştur: Demokrasi. Dünyamızın çok yakın bir dönemde tanıklık ettiği en iğrenç saldırılardan birisi, işte bu yüce "norm"un altına gizlenilerek yapıldı.

Demokrasi çağımızın en önemli normu haline gelmişken, iki eski düşman da işte bu demokrasi çağının içinde yaşatılmak durumundadır, Lipson’a göre: Özgürlük ve eşitlik. Özgürlük bireyi temsil eder, Aydınlanma’nın vurgu yaptığı en önemli kavramdır belki de. Bunun yanında eşitlik de toplumla özdeşleştirilir; Devrimler Çağı’nın Aydınlanma’nın etkisiyle aleme verdiği nizamdır eşitlik. Herkes eşittir ve herkes özgürdür. Gençler, kanı kaynayanlar, avazları çıktığı kadar bağırırlar "özgürlük", "biz özgürüz" diye; müziğin sesini sonuna kadar açar ve özgürce tepinmeye başlarlar. Ve işte o can sıkıcı, bir yandan da hiçbir biçimde özgün olmayan, o saçmasapan soru yüzümüze çarpılır, bizim saçmasapan "özgürlük" nidalarımıza karşılık olarak: "Evladım, özgürsün ama eşitliğimizi bozan sınırı geçmeyecek kadar!!!"

Lipson, işte bu iki temel modernist önermeyi beraber kullanır: Özgürlük ve eşitlik aynı anda varolabilmelidir: salt bir özgürlük, karşımıza kaotik bir dünyayı, hiçbir şeyi umursamaz bir bireyciliği ortaya çıkartacaktır; eşitlik ise, topluma yaptığı vurgunun ağırlığı sebebiyle, rasyonalizmin doğuşuna yani Aydınlanma’ya ve onun çocuklarına yani bireye müthiş bir ket vuracak, onu "toplum içinde kendini gerçekleştirmeye çalışan birey"den çıkartacak ve "toplumun yeniden-üretimi için mekanik biçimde işleyen bir parçacık" haline getirecektir. Orta yol mutlaka bulunmalıdır; zira orta yol demek, demokrasi anlamına gelecektir, demokrasi ise, kendini yeniden-üretebilen bir toplumun yanında, kendini gerçekleştirebilen birey anlamına da gelir. Modernliğin birbirine asla düşman olmayan iki atası, yani Aydınlanma ve Devrim, ne yazık ki iki düşman kuzen ortaya çıkartmışsa, modernliğin en yüksek aşamasının nihai hedefi bu iki kuzeni mutlaka barıştırmaktır. Özgürlük ve eşitlik, "kollektif toplum içinde 'yaşayan' birey" olarak zuhur etmelidir.

O zaman sorun nereden kaynaklanmaktadır? Neden biz "modernler" halen bu karşıtlığı sindirememiş bir çağın insanları olarak özgürlük ve eşitlik, dolayısıyla birey ve toplum kategorileri arasında sıkışmış bir vaziyetteyiz?
Lipson'ın önermesine geri dönecek olursak; demokrasi, özgürlük ve eşitliğin çarpımından elde edilen bir sonuçtu. Ama bu formülasyonda birşeyler eksik olabilir mi?

Bu soruya vereceğim cevap, evettir. Çünkü özgürlük ve eşitlik kendi entitelerinden bağımsız bir şekilde demokrasiyle ilişki içerisinde değillerdir, özgürlük ve eşitliği mutlak surette paydalarına ayıran, onu "bölen" bir başka değişken daha vardır bu denklemde: hukuk. Demokrasi, bir hukuk sisteminin desteğiyle kurulmaya çalışılan bir "norm"dur. Hukuk, özgürlüğü ve eşitliği, yani bireyi ve toplumu sürekli bölerek, bunları kendi özsel anlamlarından alıkoyup, onu demokrasi gibi "kurgusal" bir üst-metnin içerisine angaje ederek yeniden-düzenler. Artık, birey, özgürlüğünü, aslında hiçbir zaman kendisinin koymadığı hukuk kurallarının varlığı sayesinde kısıtlayarak yaşamaya başlar. Toplum, kollektif uyumunu yine hukukun koyduğu kuralların öngördüğü ölçüde belirleyebilir ve uygulayabilir. Hukuk, özgürlüğü ve eşitliği bu şekilde bölerek, onlara bir payda olarak, "demokrasi" dediğimiz kurgusal, yapay normu yakalar. Demokrasi bu anlamda tam bir yanılsamadır. Yanılsama olduğu için de, birey ve toplum, her daim bir karşıtlık gösterenleri olarak varlıklarını devam ettirir ve birbirleriyle savaşmaya devam ederler.

Aslında, modernliğin sorunu tam da burada başlamaktadır. Aydınlanma’nın bireye verdiği rasyonel anlam, devrimlerin topluma verdiği rasyonellikle hem çakışır, hem de bağdaşır. Neden çakıştığını yukarıdaki sebeplerle gördük. Bu çakışmanın ortaya çıkardığı kutuplaşma, siyasal alanda da liberalizm ve sosyalizm gibi iki temel, "saf modern" ideolojinin de dayanağını oluşturur. Ancak, her ikisinin de ortak bir duruşu vardır: Rasyonalizm.

Rasyonalizm, her iki grubun taraflarınca kendilerine pozitif anlam katma arayışıyla kullanılmaktadır. Modernitenin her döneminde, düşünürlerin, yazarların, çoğunlukla kendilerinin rasyonel düşündükleri hususunda bizleri ikna etme çabaları ilginç bir ötekiyi de işaret etme şansını ortaya koyar: İrrasyonalizm. Modernitenin en ateşli eleştirmenlerinden olan Herbert Marcuse'ün bile "Tek-Boyutlu İnsan" kitabında, modernitenin kendi çağındaki görüntüsünü "irrasyonel" olarak nitelemesi çok ilginç bir rastlantıdır. İrrasyonalite, yani akıl-dışılık, bu pejoratif göndermesine eklemlendirilerek ötekileştirilmiştir ve gerçekten modernitenin en temel korkusu haline gelmiştir.

İrrasyonalite, belki de, farklı bir birey, farklı bir toplum konusunda bizlere birşeyler söyleyecektir. Yapacağı iş, kesinlikle "tanımlama" olmayacaktır, ancak, bireyin içsel yolculuğuna çıkmasını sağlayacak, "normaller"in ve "normalleştirilmiş nevrotikler"in karşısına, şizofrenleştirilmiş kişiler, modern bireyin çekirdeği olan "ego"nun karşısına akıldışı bir "id" çıkartacak, bireyin kendi varoluşunu kendi vicdan muhasebesinde tartmasına yardımcı olduktan sonra, kaotik, anarşik, anti-demokratik ve anti-faşizan bir toplumun tahayyülüne bizleri sevkedecektir.

Etika, İrrasyonalite, Şizofreni...

Medya, Dezenformasyon, İktidar, Tebaa

Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler isimli eserinde toplumların epistemolojik düzlemlerini analiz etmekteydi. Nedir epistemolojik düzlem dediğimiz şey? Bilgiyi üretme ve onu tarihsel-toplumsal kodlara uygun bir biçimde dolaşıma sokma biçimi olarak tanımlayabiliriz bu kavramı. Çağlar değiştikçe, toplumların üretmiş olduğu kodlarda da dönüşümler meydana gelir.

Postmodern döneme doğru insanlık yol aldıkça, kodlamalarda hakikat ve bilgi arasındaki çarpık ilişki daha da güçlenir. Gelişen teknoloji, olayların aktarılmasında müthiş bir hıza neden olurken, diğer yandan olayın gerçek bağlamından koparılması yönünde devasa bir tahribat yaratır. Teknik, artık olaylar üzerinde tam bir hakimiyet sahibidir; her türlü çarpıtma, dezenformasyon, spekülasyon çok rahat oynamalarla gerçekleştirilebilir.

“Olay”a ulaşırkenki hızımızla, olayın “hakikat”ine olan yabancılaşmamız neredeyse aynı düzeyde birbirine paralel gelişiyor. Modernitenin iyice hızlandırdığı bu süreç, içinde yaşadığımız postmodern dönemde artık baş döndürücü bir hâl almış durumda.

Medyanın, “ideoloji ve devletin ideolojik aygıtları” sorunsalı çerçevesinde, iktidarların kendilerini meşrulaştırıcı, savunmalarına yardım eden, provoke edici bir baskı aracı olduğu muhakkaktır. Böylesi bir durum varken, devletin –veya kısaca iktidar sahiplerinin- “düşman” olarak tanımlayıp kuşatma altına aldığı her türlü ötekilik, medyanın manipülasyon süzgecinden geçerek ‘tebaa’nın önüne sunulur. Ötekiliğe ilişkin her türlü deneyim, o deneyimlerin hakikatinden ve bağlamlarından kopartılarak bambaşka anlamlarla birlikte yeniden-üretilir ve kitlesel tüketime hazır hâle getirilir.

Elbette ki, bu dezenformasyon süreci, teknolojinin sağladığı aranıp da bulunamayacak nimetlerden faydalanılarak yaratılır. Tebaa, kitlesel olarak bu teknolojiye bağımlılaştırıldıkça, dezenformasyon yaşamın daha da içine girer; hakikatten zaten varoluşsal anlamda uzak olan insan öznesi, yabancılaşmanın doruklarına ulaşır, edimleri tam da iktidarların buyurganlığına boyun eğer, söylemleri gitgide tebaanın diğer üyeleriyle eşitlenir, tektipleştirilir.

Medya bir dezenformasyon aracıdır. İktidarı kutsar, kitleleri tebaalaştırır, tektipleştirir. Resmî olmayan ne varsa, onları mahkûm eder. Sunî hakikatler yaratır ve bunlara inandırır.

Tehlikenin Farkında mıyız?

(Bu yazı da, petucha.com'da yayınlandı ilk olarak. Ve hatırlanacağı gibi, Cumhuriyet gazetesi yeni reklamlarının sloganlarıyla Türkiye'de olay yaratmıştı.)

Cumhuriyet Gazetesi yeni reklamıyla olay yarattı. “Tehlikenin farkında mısınız?” ifadesiyle, bu ifadeyi yazmış olduğu fontla (Arap alfabesini andıran bir font), yazıyı sağdan sola yazmasıyla ve en sonunda o çok başvurdukları “Cumhuriyet’inize sahip çıkın” sloganıyla yine gündemi değiştirdi.

Apaçık AKP’yi hedef alan bir reklam kampanyası bu, burada tartışılacak birşey yok. Tartışılacak şey, AKP’yi açıkça “Cumhuriyet” için bir tepki olarak gösteren düşünce biçiminde. Peki bu ne kadar “gerçekleri yansıtan” bir düşünce?

AKP’nin Cumhuriyet’le ne alıp veremediğini irdelemeyeceğim bu yazıda, bunun için AKP’nin ideolojik temellerini uzun uzadıya anlatmak gerekir, ki buna ne yer var, ne de şu anda gerek var.

Ancak, sorun şuradan kaynaklanıyor: Türkiye’nin modernleşme döneminin hemen hemen tamamı, iktidar sahibi elitlerin hep bir tarafta “tehlike yaratan”, “düşman” bir zümre, bir grup bırakıyor oluşu. Bu durum hâlâ demokrasi kavramıyla tam olarak barışmış olunmadığının göstergesidir, iktidar sahipleri için. Çünkü demokrasi, kendinden olmayan o farklı grubu, yine aynı iktidar mekanizmasının içine o farklılıklarıyla kabul eder ve onu bu kimliğiyle birlikte kullanır, zamanla asimile eder ve kendisine benzetir.

Türk siyaset tarihi, bunu olumsuzlayan onlarca örnekle doludur –en bilinenleri darbeler olmak üzere-; iktidar mekanizması farklı olanı sürekli geri püskürtür, onu bir korku odağı hâline getirir ve sürekli tetikte olmayı gerektiren bir atmosfer yaratılır.

AKP’nin şu anda siyasi bir iktidar olarak karşımıza çıktığı doğru; AKP de bir iktidar odağıdır, ancak bu olsa olsa “mikro” düzeyde bir iktidar odağı sayılmalıdır. Çünkü asıl iktidar odağı, halen daha görünmez perdelerin arkasında kuklaları yöneten bir “makro” iktidardır.

Cumhuriyet Gazetesi’nin bu “makro” iktidarın sadık bir sözcüsü olduğu unutulmamalıdır. Büyük patron istediği zaman, daha doğrusu vakti geldiğinde, sözcülerini görevlendirir, onlar konuşmaya başlar. Bu aba altından sopa göstermek deyimiyle birebir uyuşan bir davranış biçimidir iktidar için.

Yine de şunu sormalıyız, “Tehlikenin gerçekten farkında mıyız?” Eğer bir tehlike varsa, bu mikro iktidar kaynaklı mıdır, yoksa tam tersine, sürekli diğerlerini tasfiye halinde olan bir makro iktidar kaynaklı mıdır?

Bu satırların sahibinin tavrı açıkça makro iktidara karşıdır. Her iki iktidar odağı da reddedilmelidir elbette, ama en büyük tehlikeyi en büyük iktidar kurumu yaratmaktadır. Cumhuriyet Gazetesi, şu zamana kadar devlete hiç bir zaman, hiç bir konuda kafa tutamamış, böyle bir şeyi tahayyül dahi etmemiş bir gazetedir. Bu noktada gelip, AKP muhafazakârlığına karşı kuru bir devletçi-ulusalcı-sol damarla sözümona muhalefet yapmak, Cumhuriyet’in alışılagelmiş bir siyaset anlayışıdır ve açıkçası çok bayatlamıştır.

Demokrasiyi liberal toplumların bir iktidar aygıtı olarak gören bu satırların yazarı, elbette ki demokrasi talebinde bulunmayacaktır. Sadece asıl tehlikenin, tıpkı “kurt var” diye haykıran çobanın hikayesinde olduğu gibi “tehlike var” diye haykıran iktidar odağı tarafından üretiliyor olduğuna dikkat çekilmektedir.

Görülebiliyorsa ne âlâ. Ama toplumumuz, her daim, olmayan tehlikeler yok edildikten sonra asıl tehlikenin farkına varır. Bari bu sefer oltaya gelmese.

12 Nisan 2006, Çarşamba

Diyarbakır, Paris, Haberler

(Bu yazı, petucha.com'daki köşemde yayınlandığı dönemde bir yandan Diyarbakır'da ve güneydoğunun birçok şehrinde ve tabii ki Paris'te çatışmalar, ölümler, direnişler ve sallantılar vardı. Bense bu dönemde bir internet haber sitesinde ajansların bilgi bombardımanı arasında haber editörlüğü yapıyordum.)

Türkiye sallanıyor. Fransa sallanıyor. Hepsini haberlerden öğreniyoruz.

Şu anda Avrupa’nın sadece iki ülkesinde, merkezi iktidara karşı –dikkat edin- talepler değil, başkaldırı yaşanıyor. Bunu hakim ideolojimiz, hakim medyamız nasıl karşılarsa karşılasın, şu an görmemiz gereken şey şu: Türkiye’nin doğusu kaynıyor. Yüzyılların getirdiği baskı altında kalmışlık su yüzüne çıkıyor.

Fransa’daki olayları heyecanla karşılama lüksüne sahibiz. Gençliklerini hatırlayan ’68 kuşağı dedeler Champs-Elysées’deki “café”lerde yaşadıkları o sonu gelmez varoluşçuluk tartışmalarını anımsayıp, “devrim ruhu bizdeydi” diye kendilerine pay çıkartabilirler. Ama iş Türkiye’nin doğusuna gelince değişir: Buradaki olaylar bölücüdür çünkü, hem de bütün olan biten PKK’lı militanların cenaze törenlerinde ortaya çıkmışken.

DTP açıklama yapıyor: “Sakin olun, ne sizden ne de bizden daha fazla kayıp olmasın.” Yaklaşımımız şu: “PKK’lı bunlar, terörist bunlar.” Nasıl olur da ölen bir terörist için bir insan acı hissedebilir?

Halbuki ortada olan ölümdür. Haberlerin umurunda olmaz bunlar, onlar için eli kanlı teröristler askerimize zarar vermiş olsa da ölü ele geçirilmişlerdir. “Onlar” bu toplumun lanetlileriydi, bir hastalıklı et parçası gibi kesilip atıldılar daha fazla musallat olmadan bedene. Bunun için üzülmemeliyiz, çünkü onları kahraman Mehmetçik’ten ayıran şey, silahı yasal olarak kullanabilme şanslarının olmamasından kaynaklanmaktadır. Evet, bir de tehlikelilerdir, çünkü ne zaman ne yapacakları belli olmaz.

Türkiye’nin doğusu o kadar uzak ki İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e, Bursa’ya, oradaki yaşam biz elitlerin anlamlandıramayacağı kadar primitif geliyor. Ama yine de sorgulayabiliyoruz şunu: Elektriğini, suyunu, bilmemneyini getiren Devlet’ine karşı gelinir mi? Evet, getiriyor elektriği ve suyu ve daha bilmem ne kadar lanet şey varsa, elbette ki, karşılığıyla. Vergisiyle, tahakkümüyle, polisiyle, OHAL’iyle, jandarmasıyla…

Utanmadan yine de öykünebiliyoruz Fransa’daki devrim çığlıklarına. Caddeler aşk ve devrim kokuyor, ama onlar kara yüzlere, sakallı, bıyıklı suratlara sahip değiller. Aksine, spor ayakkabılara, yay gibi alınmış kaşlara, beyaz suratlara sahipler. Onlar da polisle çatışıyor, doğudakiler de. Ama bir taraf bizim polisimizle çatışıyor, diğer taraf ise o faşist, gerici polisle. Bizim polisimiz ilericidir, jandarmamız devrimcidir halbuki, ne gerek var bunlara?

Haberler durmadan akıyor, dezenformasyon had safhada. Küçücük olaylar ajanslardan bile öyle bir anlatıyla geçiyor ki, ajansların haberlerini ikinci (hatta üçüncü: olay birinci aşama, muhabir ikinci aşama, gazete üçüncü aşama) dolayıma sokup önümüze süren şu gazetelerin nelerden nasıl bahsedebileceğini düşündüğümüzde, doğuya ne kadar uzak olduğumuz da ortaya çıkıyor.
Ama Fransa bizimdir. CPE’ye karşı tepki büyüsün, Fransa altüst olsun, yeni Sartre’lar çıksın ortaya. Diyarbakır’dan öyle birisinin çıkabileceğini tahayyül edebiliyor musunuz? Hayır.
Bu sorun çok daha karmaşık aslında. Örgütlü mücadele yok doğuda, Fransa’da olayları sendikalar yürütüyor en azından. Ve bilhassa, herşey tepkisel olduğu için, DTP açıklamalarına devam ediyor: Ne sizden, ne de bizden daha fazla kayıp olmasın. Demek ki, oradaki lokal iktidar da kırılma süreci içinde.

Bu olaylar, ölenler, yaralananlar, gözaltına alınanlar ve mahkum edilenler –tahminimizce işkence görenler- elbette ki sevinilecek şey değil. Ama isyan dediğin kanlı olur, uzlaşarak olmaz. Turuncu devrimler, kadife devrimler, yumuşak geçişler… Bunlara alışık değiliz.

Olmaya da niyetimiz yok.

4 Nisan 2006, Salı

Türkiye'nin Doğusu

Milliyetçiliğin en önemli söylemi, kendisini bir norm olarak gösterip kendi normunun üzerinde iktidar kuran “unsur”a ezilmişlik edebiyatıyla karşı koymaya çalışmak, ama bunun yanında kendisinin kurduğu iktidarda, “ezdiği” unsuru görmezden gelmek, onu yok saymak ve bastırmaya çalışmaktır.

Bunu en güzel gördüğümüz yer elbette ki Türk milliyetçiliğidir. Türk milliyetçiliği, Türkiye’nin arada kalmışlığını, sıkışmışlığını kullanarak bir yandan Batı karşısındaki ezilmişliğine karşı durmaya çalışır, diğer yandan kendi doğusunu görmezden gelmek, yok saymak suretiyle iktidarını kurduğu topraklarda bir baskı aracı haline gelir.

Şarkiyatçı söylemlerin analizi, bu noktadaki ikili oyunu görebilmek için çok önemli bir araçtır. Türk modernleşmesinin Batı’yla kurduğu sakat ilişki, onu hem bu Şarkiyatçı söylemin nesnesi hem de öznesi durumuna getirmektedir. Türkiye yüzünü Batı’ya dönmüştür: ancak en büyük düşmanlarımız Batılılardır. Onları denize dökmüşüzdür, onlara karşı nice zaferler kazanmışızdır, onların defedilmesiyle kendi bilincimize varmışızdır. Ancak bu bilinç öyle bir yanılsamaya saplanmıştır ki, Türk modernleşmesinin işaret ettiği o hedef, o nihai nokta, Türk milliyetçiliğinin semptomunu meydana getirmektedir. Onlar tarafından ezilmekteyizdir, çünkü onlar iktidarın sahibidir. Bizler ise kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan “ezilenler”izdir. Onlar Şarkiyatçı söylemleriyle bizi köleleştirmeye çabalamaktadırlar; biz ise tam bu noktada üçlü bir iktidar hiyerarşisinin göbeğinde yer alırız.

Türkiye toplumu üçlü hiyerarşinin kurulduğu noktada yer almaktadır. Batı’nın Şarkiyatçı söylemle bizim üzerimizde kurduğu iktidarın aynı biçimini, biz kendi “doğu”muza yöneltiriz. Şark bizim için köleleşmek zorundadır, çünkü onların modernleşmesi bizim çok daha gerimizdedir. Şark, bu noktada, bu üçlü hiyerarşinin en altında yer almaktadır. Biz, onlar için Batı konumuna geliriz; onlar için model oluruz, onların atlaması gereken bir eşik olarak sürekli bir baskı mekanizması haline geliriz.

Türkiye’nin eğer insanlığın “daha adil bir dünya” kurması için bir imkanı varsa, bu tam da burada yatmaktadır. Biz, kurgulanmış bir dünyanın, bir zincirin tam ortasında yer alıyorsak, adaletin olmadığı şu düzenin tasfiyesi için yapılması gereken şey ortadadır: Kendimizi özgürleştirmeliyiz; zincirin içinden çıkıp bu ilişkiler ağını yok etmeliyiz.

Bunun için, milliyetçi söylemden uzak durulmalıdır; zira, milliyetçilik Türkiye’yi bu ilişkiler ağına daha da çok bağlamaktadır, onu bu iktidar mekanizmasının takozu yapmaktadır. Milliyetçilikten uzaklaşıldığı vakit –tabi ki bu Batı’nın anasyonalist liberalizmine dönmek anlamına gelmemelidir-, içinde bulunduğumuz Şarkiyatçı söylemin farkına varacağız ve bunu reddedip yeni bir dünyayı kurmak için devrimci taleplerimizi ortaya koyacağız.

İşte o zaman, Türkiye’nin “Doğu”su diye birşey kalmayacak ve yüzyıllardır süregiden uşaklık belki de daha adaletli bir dünyayı kurmaya yetecek bir cesarete dönüşecek.

22.03.2006 İstanbul

Medyatik Süreçler İçerisinde Bir Kontr-Medya?

(Bu yazı, 2006 yılında petucha.com sitesinde haftalık olarak yazdığım köşemin ilk yazısıydı. Bu yazıyı takip eden bazı yazılar da petucha.com’da yer almışlardır.)

Her şeyden önce bir “başlarken” yazısı gerekliydi. Petucha’daki bu köşe, yani “İçerisi-Dışarısı” ne anlama gelmektedir? Amacı nedir? Tarzı ne olacaktır? Ve hepsinden önemlisi neden var?

İçerisi-dışarısı ayrımı, felsefi bir ayrım olduğu kadar, politik de; tıpkı psikanalitik veya sadece ve sadece gündelik hayata ilişkin olduğu gibi. Yaşadığımız çağ, ki biz buna geçiş halinde olan bir modernite diyoruz, bize hem bu içerisi-dışarısı ayrıştırmasını dayatıyor, hem bizleri bunların içerisine kategorik olarak hapsediyor, hem de kendi sınırları dahilinde seçim hakkı olarak önümüze koyuyor.

O halde, içerisi-dışarısı ayrımı bize modernitenin ta kendisini sunuyor; etrafımızda yaşanan, olan-biten, bilgi haline getirilip paylaşıma sunulan her “nesne” karşısında bu ayrım çerçevesinde pozisyon almaktayızdır.

Peki, içerisi neresidir, dışarısı neresidir? Bunu yanıtlamak kolay olmasa da, şöyle bir tahayyül yardımcı olabilir bizlere: içerisi dediğimiz mekan –özel alana göndermek yaparak- kişinin kendi iç dünyasını, sosyal çevreden yalıtılmış ve onunla ilişkisini asgari düzeye indirmiş bir mekanı işaret etmektedir. Dışarısı ise –kamusal alana göndermek yaparak- bir sosyal çevreyi, başkalarıyla ve –“öteki”lerle- kurulmuş karmaşık ilişkiler yumağının kendisine yer bulduğu mekanı işaret eder. İçerisi ne kadar mahremse, dışarısı o kadar kamunundur. İçerisini bireyin kendi etik düşüncesi yönlendirir, dışarısını ise bireyin üzerinde yer alan bir “kamu”nun “ortak akıl” sayesinde oluşturduğu hukuk kuralları düzenler. Bu ikisi birbirine ne kadar zıt gözükse de, aslında birinin varoluşu, diğerinin varoluşunun teminatıdır. Birbirlerine düşman kardeşler kadar yakındırlar.

Sosyal çevrenin ürettiği “bilgi”ler, tam da bunların, içerisi ve dışarısının sınırları arasında gidip gelir. “İçerideki” birey, bu bilgileri reddeder ve onlara sahip olmaktan kaçınarak kendi “iç dünya”sını koruma altına alır. Mahremiyet bu şekilde muhafaza edilir. “Dışarıdaki” birey ise, bütün bu bilgileri sindirme yoluna başvurur ve kendisini toplumsal yaşamın ürettiği bilgi akışına kaptırarak gittikçe yabancılaşmaya başlar; kendi özünden uzaklaşır ve artık herhangi birisinden farkı kalmaz.

Modernitenin ortaya çıkardığı en önemli ikilem tam da burasıdır; toplumsallıkla bireysellik arasında sıkışmış, can çekişen ve bir türlü “devrimci” bir etikayı oluşturamamış insan, medyanın ya içerisine girer ve kaybolur, ya da o dairenin dışında kalıp silikleşir.

Halbuki devrimci bir etika, modernitenin dayattığı bu yapay bölünmüşlüğü kabul etmez. Bunu reddedip, yerine yeni herhangi bir düzen getirmek için değil, ama mevcut düzenin adaletsizliğine, sömürüsüne ve yabancılaştırıcı öğelerine karşı bir ayaklanmaya girişir. Bu ayaklanma, bir analiz sürecidir; modern kapitalizmin işleyiş biçimini, kodlarının akışlarını çözmeye çalışan ve bunu yaptıkça iktidar odaklarına sürekli yeni darbeler indiren devrimci bir süreçtir.

Medyanın o insanı bakarken körleştiren yapısına karşı körleşmeyi engelleyici bir bilinç-dışı gereklidir bu süreç için. Akışları doğru okumak, onları ters-yüz etmek, yapısöküme uğratıp iktidara karşı bir silah olarak gerisingeri doğrultmaktır.

Bu köşenin “varoluş” amacı budur; her çarşamba günü bu kodlara, bu akışlara, bu medyaya yamuk bakılmaya çalışılacaktır.

İktidar her yerdeyse direniş de her yerdedir, devrim de…